Monday, October 6, 2008

Çok yakında genç meslektaşlarım için kaleme aldığım iki keyifli kitapla sizlerleyim!!!


Hepimizin hayatının büyük bir kısmını iş hayatımız oluşturuyor.Peki gerçekte ne kadar değerlendirebiliyoruz bu uzun zamanımızı alan uğraşımızı?Canım ülkemin genç profesyonelleri için çoğunlukla iş iştir ve kapıdan çıktığınız an biter. Oysa ki genç meslektaşlarla paylaşacak ne çok deneyim var...Neden mi bahsediyorum? Bilgi birikimini paylaşmaktan. Tüm bildiklerimi paylaşırsam beni ayrıcalıklı kılan ne olacak korkularını yenmekten ve bu yenilgiden yeni vazgeçilmez gurular vücud edebilmekten bahsediyorum.Bu blogta paylaşım asıl amaç olacak.Sadece iş hayatı değil, hayatın içinde ne varsa; iş,eş, seçimler, yönetim,kendini yönetim, çevreni ve tüm ilişkilerini yönetim, kadın, erkek, doğru, yanlış...
Hepimizin kalemine kuvvet...

USTA KALEM’DEN, KISKADAN HİSSELER…

Eski bir yazım ama anafikir çok güzel sizlerle paylaşmak istedim:)

Bu hafta sevgililer günü hasebiyle hemen hemen tüm yazılar, yorumlar, düşünceler; sevgi, aşk, mutluluk, hayaller…ve bilimum güzelcik duyfgular üzerinde yorumlandı.

Bu güzide günün yararlarından çok okuduğum birkaç yazıyı paylaşmak istedim sizlerle.Aslında konu aynıydı sevgililer günü ve sevgi… Ancak konuya bir başlangıçtı sadece bu tema asıl aktarılmak istenen içte kalan duygular ve biraz sitemlerin canlandığı tümceler.

Bu hafta, Hıncal Uluç abimizin köşesine göz attınız mı bilmiyorum. Ama eğer kaçırdıysanız benim yazdıklarımla yetinmemenizi tavsiye ederim. Köşede aktarılan, sevgililer gününe hitaf, aslında asıl tema Hıncal Uluç’un anne ve babası arasında yaşanmış unutulmaz ve anlamlı aşk hikayesi. Belki hepimize kendi anne ve babamızın yaşadığı aşk daha unutulmaz, destansı ve ölümsüz gelir ama anlatım , aktarım her zaman çok daha ön plana çıkar. Bu hikayede de baş kahramanlar bellki sevgilerini tüm güçlü duygularıyla yaşamış hatta yaşamakla kalmamış çocuklarıyla güçlendirmişler. Hatta sağlıklı ilişkilerini ayrımsamak için içinde bulunmak, tanık olmakta gerekmiyor, ürün ortada düşünceyi ve düşünceleri paylaşmayı seven bir de evlat yetiştirmişler ki hepimize ulaşmış güzel fikirleri. Hikayeye başladığınızda sonunun yine ölümsüzlükle noktalandığının tadına varmak uzun sürmüyor ama….

Bu yazıyı okuduğunuz da sadece sıradan bir sevgililer günü yazısı olmadığını da farkediyorsunuz kısa süre sonra. Hıncal abi, konuyu kendi ismine getiriveriyor büyük bir ustalıkla ve biraz önce yaşadıkları aşkı gözünüzde canlandırıp özelleştirdiğiniz insanın yani babasının kendi ismini koymuş olduğu belirtiyor. Babası ile annesinin izdivaçlarında aracı olan aile dostunun ismi Öcal. Önce abisine bu isim koyuluyor babası tarafından sonra da kendi deyimiyle ‘- Kafiyeli olsun diye…’ Hıncal konuluyor ismi. İşte bazen hepimizin nasıl bir isim diye düşündüğü ismin, hatıra yüklü bir o kadar masum koyuluş nedeni.

Bu yazının beni en çok etkilediği nokta; sevgiden başlayıp, önyargıya sonra biraz siteme bulayıp sonra sizi yine anlayış ve sevgi kıyılarına bırakması.

Hepimiz günlük hayatımızda bunu yapıyoruz. Gereksiz ve bazen gaddarca ön yargılı yaklaşıyoruz. Ama karşımızdaki insanı şu an var edenin, anıları olduğunu ve bu anılara sonsuza kadar saygı göstermek zorunda ve gerekliliğinde olduğumuz gerçeğinden uzaklaşıyoruz.

Taa ki; bir usta kalem bize bu gerçeği tekrar hatırlatıp, insan duygularının, uğruna hediyeler alıp günler kutladığımız sevginin aslında ne kadar ince duygularla dokunduğunu ve bu sevgi denen paylaşımında yine aynı incelikle korunması zor bir emanet olduğunu hatırlatana kadar….

Sanırım günlere sığdırmaktansa korumanın tercih edildiği sevgiler yaşamak en güzeli.


Emine YETKİNER

SEÇİM SİZİN



Diyelim herşey güllük gülistanlık…. Yine de halimize şükreder miydiniz?
Hiç sanmam.

İnsanoğluna genelde hayatla ilgili birkaç fırsat verilir ve bu fırsatları değerlendirme yeteneği. -Bana böyle bir fırsat verilmedi!!! demeyin; kesin, ömrü hayatınızda sizi de zaman zaman bu tür fırsatlar takip etmiştir -hatta bazen ısrarla takip etmiştir- ama siz çoğu zaman başa çıkamayacağınızı düşünerek izinizi kaybettirmeyi yeğlemişsinizdir.

Bu tür plansız programsız fırsatları hayatımızın özel anlarından çalmaya gelen birer hırsız gibi görürüz ve bir anda –çoğunlukla hiç düşünmeden- arkamızı dönüp hızla uzaklaşmayı mantık biliriz. Fırsat, hırsız olmuştur; siz, çaresiz kurban… Bir miktar kovalar sizi. Sonra zararsız olduğunu anladığınızda, çok geçtir artık, arkasından bakıp ağlamak düşer size.

Yerine yetindikleriniz; sizin seçimleriniz olurverir bir anda. Bir süre bu seçimleri ayakta tutmaya çabalarsınız. Hani hırsınız yeterli olur kaçırdıklarınızı yerine getirmek için. Sonra çalış,didin…. Derken bir bakarsınız başa dönmüşsünüz. Kaçırılan fırsatlara, ah vah zamanıdır şimdi.

Hayır, artık hertürlü fırsata açıksınızdır. Yollarını gözlersiniz fırsatların, balıklama atlayacaksınız bu kez, kararlısınız… Ama olmaz!!! Siz istediğiniz an çıkmaz karşınıza fırsatlar… Bir müdet bu buhran devam eder, etkiler hayatınızı.Kendi teşhisiniz imdadınıza yetişir; evet,evet… Basiretiniz bağlanmıştır artık.

Ümit tükenmeye, gerçeklerle yüz yüze gelinmeye başlandığı andan itibaren, olan durumu kabullenme eğiliminiz ağır basar. Ne de olsa hayat yıpratmıştır sizi. Artık uğraşamazsınız boş dünya işleriyle…

Zaten fırsatlarda kovalamaz olmuştur sizi. Eeee… olana bakacaksın her zaman…

-‘Sende ne yaptın yahu… Olayı dramatikleştirdin.’ demeyin.

Depresyon çağımızın olağanı artık ve hemen hergün hepimizin zihninden bu tür buhranlar geçmiyor değil. Yoğunluğu fazla olmadığı sürece aslında yararlı da. Her ne kadar olumsuz duygular gibi görünsede, düşünmek; özellikle olanı olmayını zihinde tahlil etmek, sizi gelecek için hazır kılar. Yaş tahtaya basmamayı, fırsatları değerlendirip, size yararlı olanı rahatlıkla diğerlerinden ayırmayı öğretir.

Üstelik öğrenme süreci de, öyle çok uzun değildir. Bir, bilemeden iki fırsat kaçırınca üçüncü için tetikte olmak gerektiğini çok çabuk kavrıyor insan.

Hem, yazımın başında sormuştum ya hani; ‘-Herşeyiniz mükemmel olsaydı, yine de şükredermiydiniz?’ diye. Birkaç fırsat kaçıranların cevaba başlangıç sözcüklerini duyar gibi oluyorum; ‘Şu an da herşey iyi ama….’

Bir fırsat daha bekliyorsun değil mi? İnsanların fırsat diye değerlendirdikleri, bitbek tükenmek bilmez beklentileri olmasaydı, hayat çekilir olurmuydu sanki.

Tüm bu düşünceler ışığında vardığımız nokta –en azından benim için böyle- ;

Beklentiler fırsatları doğurur, birkaç fırsat kaçırmış olmak tekrar kaçanlarla karşılaşmayacağınız anlamına gelmez. Ya oturun bekleyin ya da; bırakın kovalanmayı, birazda siz fırsatları kovalamayı öğrenin. Seçim sizin.
EMİNE YETKİNER

MEDYA PORTAKALI



‘Medya dediğin, tek dişi kalmış canavar!?’ diyerek kendini savunma dehası içine girenlere sözüm….

Ben medyayı, portakala benzetiyorum. Gerçekten…. Şu an, ‘-Ne alaka’ diyorsunuz ama tezimi dinleyince anlamlı bulacağınızı düşünüyorum.

Şöyleee…; kabuğundan çabuk ayrılan, içi bol sulu, dolu dolu dilim dolu,vitamin deposu kocaman bir portakal düşünün. Genelde aynı kabuğun içinde var olsalarda, portakal dilimlerinin hiç birinin tadı birbirini tutmaz. Bilirsiniz, bazen bir dilim alırsınız eğer tadı güzelse, diğerlerine geçer ve aynı lezzeti bulamayınca garantör beklettiğiniz lezzetli diliminize geri dönersiniz – en azından ben öyle yapıyorum-

Tabi bu sistem, portakalı soyup baş ucunda dilimleriyle yemeyi tercih edenler için.

Bir de hiç dilimleme zahmetine girmeden sadece yıkayıp kabuğuyla yuvarlak kesimler halinde yemeği tercih edenler vardır. Artık tadlar karışmıştır, aromatikdir, bir diğerinin lezzetini hepsinde bularak, tad endişesi duymadan yersiniz portakalı.

Artık sadede gelme vakti;

Bence medya da, portakal gibi tek tip görünüp aslında içinde binbir lezzeti, farklılığı bulunduran, zaman zaman sulu olmasından yakınılıp aslında ne kadar sulu olursa o kadar tercih sebebi, tek yönden bakılıp dilimlerden oluştuğu kaçırıldığında aynı tadı veren ancak biraz özenle tüm lezzetleri farklı tad ve dokuda bulabileceğiniz, şifa niyetine bir varlık.

Kendi başına bir varlık olmasa, şahsiyet taşımasa, bu kadar itinayla korunmaz, gözetilmez hatta uğrunda denetim organları oluşturulmaz. Ayrıca gözden kaçırmamak gereken bir ayrıntı; tadı ne kadar güzel görünse de – halk arasında bir tabir vardır- içi geçmişse, kaldır çöpe at boyutuna gelir. Kabuğundan arındırıldığında lezzet beklerken, pek çok tatsız süprizle karşılaşabilirsiniz.

Ancak; manavına dikkat ederseniz, size günü kurtarmak için çürük çarık birşeyler satmayacağına emin olursanız, beklentiler kof çıkmaz. Ancak o zaman alan memnun, satan memnundur.

Üstelik işini hakkıyla yapana da biraz olsun destek olur, satışları arttırırsınız. Böylece kim bilir belki de; lezzet yarışması düzenlendiğinde, tüm yılın lezzet ve güzellikleri haklı sebeplerle, hak sahiplerini bulur.

En azından, günümüzde sadece show yaparak medyayı var etmeye çalışanlara, herşeyin alınan ödüllerle belirlenmediğini hatırlatmış oluruz kim bilir?!

Medya portakalının kıymetini bilelim, onu uygun koşullarda tüketmek ve tad almak bizlerin elinde. Emine YETKİNER

HAYATIN ANLAMI İŞTE BU…



Küçük bir insan olarak dünyaya geldiğinde, bu koca dünyada şanslıysan ve seni sevenlerle çevrelenmişse dünyan, anlamaya çalışırsın yaşananları…Herşeyin sana çok yabancı olduğu bu dünyada adım atmak bile gayretle, meşakkatle terletir seni…

Yemek yemek, koşmak, oylamak, sana zarar verebilecek, senden bağımsız nesneleri hatta insanları tanımakla geçerken ömrün…Bir bakarsın o kadar uğraştığın, çaba sarfettiğin ve ilk yaptığında hafızana kazınan onca şey, sıradan günlük yaşantının bir parçası olmuş. Artık hayatın içinde yaşayan, kendinden sorumlu ve öğrendiklerinle yaşayacaklarını birleştirip tercih yapabilen büyük bir insan olmuşsundur. Hayat’da eskisi kadar toleraslı davranmamaya başlar sana, evindeki kadar rahat ve olağan değildir herşey… Dışarıda seni bekleyen o kadar sorun varken, eskisi kadar da keyif vermez hayat… Eskiden oynardın sen, annenin, babanın koltuğu altında es verirdin hayata, severdin, en çokta sevilirdin, sevgi bile acıtmazdı eskiden seni…Küçük insandın o zamanlar büyümemiştin, büyüklüğün altında ezilmemiştin…Oysaki küçük olan şeyler daha çabuk ezilmez mi?Ne tezat değil mi?

Sonra başlarsın sorgulamaya hayatı, ne olduda bu kadar mutsuzsun, seni mutsuz eden bu koca dünyada bavulunu toplayıp yalnızca kendinle başbaşa kalabileceğin biryerlere gidebilsen ne hoş olurdu değil mi? Ama olmaz, o yer varsada sen gidemez, bulamazsın, çıkamazsın bu kısır döngüden, kurtulamazsın… En çok da cevabını asla bulamayacağına olan inancınla, nedir bu hayatın anlamı, neyim ben bu hayatta, kimim sorularına çaresizce cevap ararsın… Bir bilen olsaydı şayet geçmişte kalan, söylerdi anlatırdı, ulaşırdı bize kadar bu sorunun cevabı dersin, ama tatmin olamazsın bu kayıtsızlıktan, hep bir köşe başında seni hayatın anlamıyla çarpıştıracak güce inanır, beklersin….beklersin…

Şanslıysan ve inançlıysan hayatının anlamı karşılar seni bir gün hiç beklemediğin bir anda o köşe başında… Hani filmlerdeki gibi…Kitaplar yere saçılır…Çıkarsın rutin sıkıcı hayattan…. Herşeyini paylaşabileceğin, tekrar o küçük insanken oynadığın oyunlardan sana kalan hazları hatırlatan, işte bu! hayatın anlamı bu dediğin anlar yaşar, unutmamak için hatıra der aklının bir köşesine kazırsın tüm yaşananları…

Ne oldu, hayatının anlamını bulmuştun… Peki bu anlamda mı zamana yenik düştü, rutine bindi yine değil mi herşey, günlük hayatın bir parçası oldu aşkın şimdi, ama sevgi deden o çok güçlü ve güven veren hazzı yaşatmaya başladı sana…Bir şeyler yapmalı, bu hayatın anlmını çözmeli, birşeyler var içinde seni sürekli çağıran, bu sorunun yanıtını bulmaya zorlayan… Ne gariptir hayatımın anlamı dediğin o küçük erkek çocuğuda arayışta şimdi… Şanslısın hayat sana onu verdiği için, herşeyini bilen, hayatını seninle yaşamış kadar seni tanıyan bu küçük adamla bulursunuz belki hayatın anlamını…Ve sonra hiç hesapta yokken, daha çok gençken, gezip görecek, keşfedecek onca güzellik varken, ikinizden küçük bir çocuk dünyaya merhaba diyecektir, haberini aldığınızda inanamadığınız, doğduğunda bu benim mi dediğiniz küçücük bir yürek…

Zamanla bu küçük yürek o kadar içten ve muhtaç tutarki elinizden, onun sıcaklığını duymak, en keyifli gezilerden, arkadaş sohbetlerinden, geleceğe dair o kadar hayalden çok daha önemli, değerli oluverir…

Sonra bir gece onu uyutup usulca üzerini örtüğünde, küçük, aydınlık yüzünde görüverirsin hayatın anlamını…

Allah'ın belkide dünyada bir insana verebileceği en güzel hediye çocuğu... Hayatını o kadar değiştiriyor, hayata o kadar bağlıyor ki,ne pahasına olursa olsun, ne yaşarsan yaşa o küçük varlığın sana muhtaç olduğunu bilmek...
Göreceksin ki herşey boş ve sen bir fanisin ve geleceğe küçük bir tohum bırakıp öyle göçüp gideceksin dünyadan... Devamın olacak, sonsuza kadar iyiliği yaşatacak nice tohumlar...

Hayatın Anlamı Bu İşte... Doğacaksın, doğuracaksın,doğuracaklar… Ve İnsan neslinin devamı böyle akıp giderken, sen de bu kutsal döngüde yerini isimsiz bir melek olarak başkalarına devredecek, Huzurla Gözlerini Kapatacaksın...

Emine Yetkiner

İHTİMAL HESABI



Hiç unutmam birgün çok ilginç bir telefon almıştım. Müşterim mevcut banka kartlarını iptal ettirmek istiyordu, çünkü çok kısa bir süre sonra intihar edeceğini söylüyordu. Önceleri basit bir müşteri tepkisini ifade etmek istediğini düşündüm, ama sonra kısa hikayesini anlattığında kanımım donduğunu hissettim.

Bir yıl kadar önce eşini kaybetmiş ve iki çocuğuyla hayatta bir başına kalmış. Çalışması gerektiğinden küçük çocuklarını işe gittiği saatlerde komşusuna bırakıyormuş. Tabi işkence gibi gelen sorumluluk ve çocuklarına bekledikleri ilgiyi gösterememenin verdiği yetersizlik hissi artık onu o kadar boğar hale gelmiş ki yaşamını sonlandırmaya karar vermiş. Kurban Bayramına denk gelen bir tarih söylemişti yanlış hatırlamıyorsam ve o tarihte, yani eşiyle tanıştığı tarihte intihar edeceğini söylüyordu. Telefonu kapatırken o tarihte gazetelerin ikinci sayfasında intihar haberini okuyabileceğimi söyledi ve kapattı.

Tüm gün boyunca yardımcı olamamanın verdiği buhran ve belki de yalandır-ın verdiği rahatlık arasında gidip geldim. Söylediği tarihi aklımda tutmaya çalıştım ama, neden sonra; unuttum.

Biraz önce intiharın nasıl birşey olduğunu düşünürken ilk aklıma gelen bu yaşadığım kısa enstantaneydi. Bu olayı yazmamın bana bir faydası oldumu ve sıkıntımı giderdimi bilmiyorum. Bildiğim tek şey zaman zaman hepiniz gibi bende bunu düşünüyorum. Çok kuvvetli bir his değil bu ama belki de yığınla üzerine gelen sorumluluklardan bir nebze olsun kaçış,bir soluk alma zamanı, başka ihtimallerde var rahatlaması benimki.

Yani, garip bir his bu intihar etme hissi, isteği. Hayattan sizi ilelebet ayıracak bir kararlılık ve bu kararlılığın verdiği hayata daha sıkı sarılma arzusu. Aslında bilimsel yanını düşündüğünüz de depresyon tanısı için yeterli bir veri ama hayattaki enstantaneleri düşündüğünüzde -ne zorum ve zorunluluğum ve sorunum var ki? -soruları.

Kafa karıştırsa da sormak sorgulamak lazım. Bu hissi de diğer tüm gerekli hisler gibi zaman zaman yaşamak lazım. Çünki insanın seçimleriyle var olduğunu hatırlaması günlük koşuşturmada pek mümkün olmuyor. Arada bir uçlara gidip dönmek lazım.

Gidiş karmaşık olsada dönüş çok daha güçlü oluyor.

Emine Yetkiner

KORKULAR...

İnsan hayatına yön veren en önemli olgu….Yazılmamış tarihin babası, geçmişi, geleceği belirleyen, insanı olduğu yere zincirleyen ve ne oluyor bana, daha doğrusu; neler olamıyor hayatıma dedirten bir numaralı düşman…O kadar yakın ve bütünün o kadar içinde bir parça ki ; elinizi kesip atmak kolaydır, ondan kurtulmaktan.Kendi varettiğiniz şeyleri silip atmak, herzaman size verilenlerden kurtulmaktan daha zor, meşakkatlidir. Ama bu korku zımbırtısı aralarında en çok ayak direten, sizi en çok kumpasa alandır. Sağ gösterir, sol vurur… Eğer üstüne gitmez kaçmaya çalışırsanız, sizi en dar mengenelerin içinde eritmeye yemin eder, büyüdükçe büyür… O büyüdükçe içinizde organlara sığacak yer kalmaz, patlamalara gelirler…Korkularınız kadar varsınız hayatta, onlar kadar yaşar, oalar kadar ölürsünüz… Burda bahsini ettiğim birden fazla ölüm hali, artık sizi iyice köşeye sıkıştırdığında takındığınız fiziksel görüntüdür. Nefesinizin sesi,size bile kaf dağının ardından gelir, göz bebekleri büyür, büyür, ter, kan , kıyamet, bir dikkat, ayaklar her an kaçışa nazır…. Ölüsünüzdür, hayatta, bir ölü ; tabutun kapağı aralık, isterseniz bir hamleyle açarsınız kapağı,dışardasınız işte… ama olmaz, kendi yaptığın cam tabut, tüm korkulardan daha emin ve güvenlidir senin için…Sonrası….Katıla katıla gülmek istediğin, yine de hadi iyilik bende kalsın dediğin zamanlar vardır. Karşındakine anlam yükleme ihtiyacı dahi hissetmezsin. Allah’dan akıl fikir dilersin onun için, sadece. Bir de çevresindekiler için birazcık ilim, irfan, vicdan. Elinden gelen veya gelmesini istediğin budur sadece.Bazen tiksinç gelsede, yine de fikrin tahribatından ve değiştirme özelliğinden korumak için kendini, soyutlarsın. Tavrın belliyse belki kayıpların olur. Ama öbür dünya inancın varsa, bilirsin devir devran döner kaybın kazanca dönüşür. Bu fikirdir seni ayakta tutan. Nefsine zulmedip, insanlığını artıran…Diğerlerine…Bu dünyaya da herşey yolunda gitsin diye gelmiştin zaten. Kumanda edilen herşeyin uygun zaman ve mekanda kendiliğinden, sen hiç zorluk nedir bilmeden olması olağan senin için. Hayatın sıkıntı nedir bilmeden geçecek ve sen ahlaksızlıklarını dolu dizgin devam ettirip hayata dair en ufak bir iz, bir iyilik bırakmadan keyif ve sefana devam edeceksin öyle mi? gülüyorum haline, tavrına konuşmalarına, düşünmeden sadece olanla yetinen aklına, bir de zeki geçinirsin. Senin zeka kibirinden ibaret , boş ahmak zekası. Teknik kapasiten ful; anladıkta; birazda insanı kapasiten olsa ne hoş olurdu. En azından aşık olduğun; kendin için, birşeyler yapmış olurdun….
Emine Yetkiner

KUM VE TAŞ

Bu hikaye iki arkadaşın, belki sizin ve arkadaşınızın hikayesi. Okurken bu benim diyecek, belki de sadece gıpta edeceksiniz. Gerçek şu ki bazen, bazı duyguların bize hatırlatılmasına ihtiyacımız vardır…'İki arkadaş çölde yürüyorlardı…Yolculuğun bir noktasında aralarında tartışma çıktı ve biri diğerine tokat attı. Tokadı yiyenin canı çok acıdı ama birşey söylemeden kuma şöyle yazdı :- Bugün en iyi arkadaşım beni tokatladıBir vahaya gelene kadar yürümeye devam etiler ve suya girmeye karar verdiler. Tokadı yiyen bataklığa saplandı ve boğulmak üzereyken arkadaşı onu kurtardı. Boğulmaktan kıl payı kurtulmuştu ve bu sefer bir taşa;- Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı, diye yazdı. Bunun üzerine tokatı atan ve hayat kurtaran arkadaşı merakla sordu;- Tokat attığımda kuma, seni kurtardığım da ise taşa yazdın neden?Diğeri cevapladı;- Acılarını kuma, iyilikleri ve sevinci taşa yazdığında, acılar bir rüzgarla savrulup giderken sana kalan sadece iyilik ve güzellik olacaktır. Bu arkadaşlığını bir ömür sürdürmene yardımcı olur.'Şimdi herkes kendi arkadaşlıklarını, dostluklarını, incinmişlik, kırılmışlık,…lık,….duygularını şöyle bir gözden geçirdiğinde uzun süreli dostuklarının aslında ne çok badirelerden geçtiğini ve yinede geriye kalanın iyilik, sevinç ve paylaşım olduğunu hatırlasın.Belki de uzun süren dostlukların, arkadaşlıkların içinde barındırdığı ana unsur da bu; KUM ve TAŞ?!Hayatımızı, insanlarla olan paylaşımlarımızı yönlendiren de bu değilmi zaten yani tercihlerimiz… Hangi duyguyu ne tarafa yazacağımızın tercihi bize ait ama olumsuzun kalıcı olması da kimseye fayda getirmiyor. Yıpratıyor, üzüyor, yoruyor… Kalıcı olan ömür uzatmalı, kahkaha attırmalı, ya da illa ağlayacaksak samimi ve içten omuzda ağlatmalı….Teoride okuduğumuz her yazıdan etkilenir uygulamak isteriz. Ama çoğunlukla hayat bize oyununu oynar ve biz tercih hataları yapabiliriz. Bu durumda duyguları yazacağımız ister KUM olsun, ister TAŞ; tebeşir kullanalım yazarken. Tercih hatamız olursa sil baştan düzeltmesi kolay olsun.Bırakın binbir hatırayla dolu bol TAŞ'lı vahalarınız olsun, en kötü ihtimalle geriye dönüp baktığınızda el değmemiş uçsuz bucaksız çölü görürsünüz…
Emine Yetkiner

BİZ HALK OLARAK DÜNDEN RAZIYIZ..!!!



Hayır, anlamadığım; yani anlımızda birşey mi yazıyor? Tamam, önümüze gelen birçok fırsatı kaçırıyor, hatta değerlendirmeye yanaşmıyor olabiliriz. Ama bu davranış, yine de siz devlet bü-yük-le-ri’nin göz göre göre meydanlarda adam kandırmaya devam etmeniz için gerekçe midir?!

Hatırlıyorum henüz bir lise öğrenisiyken yani bundan bir onbeş-onaltı sene kadar evveli bahsettiğim… En azından bir ümidim, geleceğe karşı birtakım hayallerim vardı. Kalmadı demiyorum, tükenmek üzere diyorum. Ya hu.. İnsan fikir ve sözbirliği etmişcesine bu kadar büyük bir toplumun geleceğe umutla bakmadığını haykırmasını tesadüfi bulmamalı. Bişey yapmalı…

Halen eskiden kalma konuşma yöntemleriyle miting alanlarına doldurduğunuz insanlara birşeyler vadedip durmayın. Doldurulan onca insan dahi sanal. Evet, sanal; çünki inanın çalışan, emekçi, işçi kesim işini gücünü bırakıp sizleri dinlemeye gelmiyor artık. Çünkü çıkar amaçlı sözlerinizin karın doyurmayacağı ve doyuramadığı ortada.

Biride çıksın desin ki; sorunlar bunlar bunlardır. Bizim uygulayacağımız çözümde budur. Senin kürsüye çıkıp onun bunun konuşmasını tenkit etmenin bu ülke insanını rahatlatacak ne tür bir faydası olabilir. Hayır sen istediğin kadar insanları tenkit et, diğer bir mitinkte tenkit edilen isen ne tür bir ayrıcalığın vardır. Burda sen sen diyorum ama al birini vur ötekine misali ‘sen’ tümcesini hepsi yerine rahatlıkla kullanabiliriz.

Bize ülke gençleri, ülke emeklileri, ülke işçileri, çiftçileri, çalışanı, çalışmayanı..
Olarak malesef seçenek bırakmadınız. Olasılıklar bir hayli birbirine benzer konum ve koşullarda bu durumda bizlere de kötünün iyisini seçmek düşüyor. Belki vaadetmek yerine, tenkit etmek yerine ne yapabilirizi masaya yatırabilecek gücünüz ve çalışma azminiz olsaydı peşinizden gelirdik. Ancak o gün, seçim günü sandıktan çıkmış olan parti; bil ki, seçimini net ve önünü görerek gönül rahatlığıyla yapamamış bir seçimden çıktın. Sakın ola ki fazlaca sevinme! Çünkü bu sana bu ülke insanının vereceği SON SANŞ olacak.

Umudum tüm bu haklı serzenişlerin ardından artık milletimin yüzü gülsün. Hep beraber, hepimizin iç ve dış şartlar da gurur duyacağımız bir yönetim tarzı benimsensin. Ve herşeyden önemlisi gerçekleri görelim ve vaadetmekten, çözüm önermeden geçmişi yaadetmekten vazgeçelim. Siz hazırsanız, biz halk olarak dünden razıyız…..


EMİNE YETKİNER

BİRUNDAN ENDERUNA


Osmanlı döneminde; vezirler dahil, en küçüğünden en büyüğüne dek devlet memurlarının oluşturduğu topluluğa; Birun-

Saray müstahdemlerinin, padişah hizmetkarlarının oluşturduğu topluluğa ise; Enderun denirdi.

İndi; yaşanan o haşmetli, güzide devirde -soyun, dinin, dilin ne olursa olsun- ister köle ol,ister cariye… eğer yaptığın işte başarılıysan; kölelikten veziriazamlığa, cariyelikten sultanlığa yükselmen içten bile değildi.Yani kısa sürede enderundan biruna geçiş yapabilir, halkı saanet olabilirsin.

Benim anlamladığım, koskaca bir imparatorluk, üstüne üstlük yapılabilecek entrikalar,düzeni tehtit eden onca görüş, değişik kültürlerin harmanlandığı kocaman bir toprak parçası…. Nasıl oluyorda bu kadar itinayla korunabiliyor. Burada ‘Kendi düzeninde boğuldu….!!!!’ Acımasız eleştirilerine değinecek değilim.Ancak sizce de yaşam süresine bakıldığında hayranlık uyandırmıyor mu.

Enderun, Birun’dan girdik madem olaya; asıl bam noktasına geleyim o zaman… Ben en çok, ne olursan ol geleceğin yerleri hayal edemediğin noktasına takılmış durumdayım aslında. O dönemde de tıpkı bu dönemde verilen eğitimin her bir satırı değerli ve kıymet görendi. Bir kez bu eğitim çarkına girdiğinizde, çarkın dışından kimsenin bir yerlere gelemediğini, ancak başarının alkışlandığını ve altın ve makamla ödüllendirildiğini görürsünüz.

Ya şimdi? Yeni bir döneme girdik eskilerden dem vuracak değilim ancak yeni dönemde üzerine basa basa durulması gereken en önemli konu eğitim. Osmanlı çocukları olarak daha laik daha latif bir düzen sisteminde koşarken eğitimi yanına katık edenlerin haklarını alabilmeleri çok önemli. Şu an belki de ben büyük servet kaybımız beyin göçüyle yaşanıyor. İnsanlarımıza eğitim veriyor ancak eğitimi kullanabilecekleri yaşam alanları oluşturamıyoruz. Oluşturulan alanlar ise alakasız,konuyla ilgili eğitim almamış yada farklı dallarda eğitimini tamamlayıp kendi işini yapamayanlar tarafından istimlak edilmiş durumda.

Acı olan da bu zaten Osmanlıda; eğitimliler Enderundan Biruna; Günümüz Türkiye’sinde ise Birundan Enderuna….
Emine YETKİNER

GENLERİN EN'İ

Zaman akıp geçiyor ve bir bakmışsınız sizin hayatta belkide en çok istediğiniz olay gerçekleşiveriyor, ki bu kişiye göre değişir. İşte bu tip anları yaşadığınızda o anki duygularınız kadar, belki daha fazla diğerlerinin eleştirisi önem kazanıyor bir anda.

Eleştiri duymak istiyorsunuz ama bir okadar da kapalı oluyorsunuz eleştiriye. Belki de ilkleri yaşarken pohpohlanmak, harikasın-ları duymak istiyorsunuz.
Eğer şanslıysanız çoğunlukla da böyle oluyor. Yani bir anda sevdimcik oluveriyorsunuz. Ama poponuza bir çimdik unutulmuyor kimi zaman, hani ispatlanan nazara inanıyorsunuz.


Kimi zamanlar , üstünde fazla durulmaması canınızı sıkıveriyor ama böyle durumlarda o ilk adımdan sonraki admlar için daha bir hırslanıyorsunuz.
‘Eğer yaptığın her neyse o’na inanırsan…………….’ İle başlayıp; ‘…..kendine güven, gerisini merak etme sen!’ ile biten sözler duyarsınız çoğu zaman. Ama gerçeklik payı olsada; bir işi yapmaya karar vermek, işi yapmanın yarısıysa eğer; tamamlayıcı unsur, yapılana , ortada olana saygı gösterilmesi, yapıcı olunması, çevrecek değer verilmesi sizin düşüncenize ve en önemlisi bunun sesli ifadesi. Daha doğrusu sizin tüm bunları düşünmeniz ve evet beni iyi bulacaklar demeniz çoğu zaman.

Yani hayata ne derece tutunacağınız, tutunup tutunmayacağınız çoğunlukla bu özelliğinize bağlıdır. Beğenilme arzusu, pohpohlanma derecesi,belki tüm bunlardan bilinçli bir kaçış, yada içine dalış…. Uzayıp gider, çok çeşitlidir. Ama kimi zaman çoğumuzun hayatına yön verendir bu duygu.

Bazen o kadar kuvvetlidir ki, bir gecede tencereler dolusu yemek yapasın gelir, bazen de tüm yemekleri dökesin. Günlerce eve kapanıp görünmek istemeyişin kimseye, yada hayatın içinde güle oynaya gezişin,…. Hepsi bu dominant gendendir; beğenilme, takdir edilme geni.

Hepimizde vardır bu ulviyetten ve hayata yön verir, hatta davranışlara.
‘ Nabza göre şerbet’ deyiminin de babasıdır aynı zamanda. Kendisi bencil olduğundan, zaman zaman bu bencillik size de sirayet eder. Çünkü, istediğiniz beğeniyi alamamış ve içinize kapanıp ‘Bundan sonra böyle!!!’ ci olmuşsunuzdur. Ve ….daha bir çok ruh hali yaratır insan bedeninde. Tüm mimiklerinize tepkisi yansır. Kah sevinmişinizdir, kah üzülmüş ve yeni kararlar alırsınız tüm bu sevinç ve üzüntüler üstüne.

Kimi insan olduğu gibi kabul eder bu geni, kimi savaşır ‘-Sana ihtiyacım yok!’ der. Çoğunlukla savaşmaktan yorulur ve başa dönersin. Çünkü sen bir insansın ve tüm diğer insanlar gibi tebrik cümlelerine, başının okşanıp, sırtının sıvazlanmasına ihtiyacın var.

En… Gen’ in ne kadar doygunsa hayata bir o kadar doygun bakarsın…

Emine Yetkiner
12.11.02/Salı

İYİ OLAN KAZANIR...


Hani hepimizin çalıştığı ortamlarda vardır;

*Tüm yöneticilere yakın, sana da ancak yöneticilerin yanında yakın

*Saatlerini harcayarak, özene bezene hazırladığın raporları hep ‘-Bennnnn hazırladımmmm…’ diyerek sahipleniveren

*Acaba bir insan nasıl olurda bir başkasının kötülüğünü oturup düşünebilir, planlayabilir? sorunlarını sayesinde zihninizden çıkaramadığınız

*Beni kimse sevmese de olur…. gibi garip bir tezin savunucusu

*Biraz olsun yaklaştığında, sevimli olmaya başladığında; ‘Acaba bu sevimliliğin ardından neler çıkacak?’ paranoyaları yaratan

*Genellikle belirli bir fiziki ayrıcalıkları olmasa da, tanıştıktan bir kaç saat sonra, ortamda hiç olmayan vukuatlar gerçekleşmeye başladığında; -Al işte bir tane daha….. vb gibi cümlelerin,sayesinde havada uçuştuğu

*İlkokulda bazı arkadaşların ağlayarak hocaya gidip; -Hocam, Ahmet silgimi aldııııı….. vari tavırları içinde yöneticinize sizi şikayetten hiç çekinmeyen, sonrada gelip size; -Sigaram bitmiş seninkinden alabilir miyimmmm…. genişliğini gösterebilen

*Meydanı boş bolduğunda, bol keseden atmaya bayılan, sizin de o an bayım bayım bayıldığınızın
-yüksek zekasıyla- farkına varmadan, ortamı gerdikçe geren

*Hemen hemen her lafının -zaten iğneleyici özellik taşıdığından- dinlenmediği, önemsenmediği fikrini gözlemleme yeteneğinden yoksun

*Şikayetlerini sıralarken ; ‘ Hayır anlamıyorum, nasıl oluyorda benle yaşıt oldukları, hatta büyük oldukları halde böyle çocukça davranabiliyorlarrrrr?…..’ cümlesini baş cümle olarak ezberlemiş

*Eğer sizi kafaya takmışsa; -iki dünya bir araya gelse, bölümün en başaralı insanı bile olsanız- adınızın sayesinde doksana çıkıp bir türlü seksene düşmediği anlarda, kendini dünyanın en mutlu insanı adl’eden

*Artık şahsiyetiyle ilgili tüm detayları insanlar anlamaya başlayıp, kendisinden uzak durmaya başladıkların da bile; ‘Hepsi çoluk çocuk, ben artık onlarla mesafeliyim, bu benim kendi seçimimmm…’ anlamsız cümleleriyle sadece kendini kandırabilen

*

*

*

Eminim hepinizin hayatında bu tip çalışma arkadaşlarınız vardır ve eminim bu arkadaşların özelliklerine sizinde eklemek istedikleriniz olacaktır. -Şimdiye kadar karşılaşmadım… diyebiliyorsanız verilmiş sadakanız var demektir; benden size tavsiye, işyeri değişikliğini aklınızdan bile geçirmeyin.

‘- Bu arkadaşlara karşı örgütlenme imkanı olmadığına göre ne yapabiliriz?’ diyerek kıvranmanız gerekmez aslında, sadece biraz yürekli olup yöneticileri durumdan haberdar etmeniz yeterli olacaktır. Bu sizi, o insanla aynı kefeye koymaz. Çünkü bu insanlar, bir değil binden fazla insanla uğraşır ve emin olun yanlız kalmazsınız.

Ha, birşey daha; unutmayın; pek inanılmasa da; İyi olan kazanır.
EMİNE YETKİNER

Friday, September 5, 2008

Çok yakında genç meslektaşlarım için kaleme aldığım iki keyifli kitapla sizlerleyim!!!

Hepimizin hayatının büyük bir kısmını iş hayatımız oluşturuyor.
Peki gerçekte ne kadar değerlendirebiliyoruz
bu uzun zamanımızı alan uğraşımızı?

Canım ülkemin genç profesyonelleri için çoğunlukla iş iştir ve kapıdan çıktığınız an biter.
Oysa ki genç meslektaşlarla paylaşacak ne çok deneyim var...

Neden mi bahsediyorum? Bilgi birikimini paylaşmaktan.
Tüm bildiklerimi paylaşırsam beni ayrıcalıklı kılan ne olacak korkularını yenmekten
ve bu yenilgiden yeni vazgeçilmez gurular vücud edebilmekten bahsediyorum.

Bu blogta paylaşım asıl amaç olacak.Sadece iş hayatı değil, hayatın içinde ne varsa;
iş,eş, seçimler, yönetim,kendini yönetim, çevreni ve tüm ilişkilerini yönetim, kadın, erkek, doğru, yanlış...

Hepimizin kalemine kuvvet...